Bugün sabah kahvaltısına İremce’nin çok
ağır bir konuğu vardı. Tam 30 senelik bir dost; okul arkadaşım, sınıf
arkadaşım, sıra arkadaşım, benim canım arkadaşım.
İremce’nin speciyalleri ile ağırladık
Pelin’ciğimi. Köy otlu yumurtamız, portakallı kekimiz masanın en başında
yerini aldı. Sorfada tek bir markalı ürün yoktu. Hemen herşey
Ataşehir’e Değirmendere köy pazarından taşındı. (Japonya’dan gelen
cookilerimiz hariç:))
Pelin’in Zeynep’ime getirdiği şemsiye
çikolata ve Mabel ise bize tam bir nostalji yaşattı. Bugünden, dünden,
arkadaşlardan, hayallerden, hedeflerden herşeyden konuştuk. Zaman nasıl
geçti, hangi ara öğle oldu anlamadık.
Hayıflandım sonra kendi kendime, niye
daha sık görüşmüyoruz diye. Hep bir sebep var işte; yollar, iş,
sorumluluklar… Sevdiklerimize vakit ayırmamak için hep bir bahanemiz
var. Bir tarihte okumuştum. Sevdiklerimize onlarla beraberken
eleştirisel gözle bakıyormuşuz. Bize sorsalar bir çırpıda 10 iyi
özelliğini sayamazmışız mesela. Oysa mecburi bir ayrılık söz konusu
olduğunda bunun tam tersi gerçekleşir, sevdiğimizi yere göğe
koyamazmışız.
Çok doğru. Bu ayrılıklar bana sevdiğim
insanların değerini öğretti. Gerçek arkadaşın nasıl olduğunu. Uzun süre
görmesen de, her gördüğünde bıraktığın yerden başlayabildiğini. Elini
tutacak bir dost aradığında aslında çok yakında bir yerde durduğunu,
dostla içilen kahvenin değerini ve gerçek dostun doğallığını.
Ben her gün şükrediyorum. Şu ahir ömrümde çok güzel canlar biriktirdiğim için. İyi ki varsın Pelinciğim.